Oruçlu bir kimse, ilacını şırınga yaptırarak alır veya burnuna ilaç akıtırsa ne gerekir ve oruç hangi surette bozulduğunda kaza-keffaret gerekir? Oruçlu kimse kulağına yağ akıtır/damlatırsa ne gerekir? Oruçlu kimse, içerisine kadar derin olan vücudundaki veya dimağa kadar olan başındaki yarasına ilaç koyarsa hükmü ne olur? Fukahânın gerek şırıngayı, gerekse buruna ve kulağa ilaç damlatmayı “içeri işlerse/ulaşırsa” diye bir şarta bağlamamalarının nedeni nedir? Buruna akıtılan ilaç burunda kalır da başa ulaşmazsa/işlemezse hükmü ne olur?

SORU: Oruçlu bir kimse, ilacını şırınga yaptırarak alır veya burnuna ilaç akıtırsa ne gerekir ve oruç hangi surette bozulduğunda kaza-keffaret gerekir? Oruçlu kimse kulağına yağ akıtır/damlatırsa ne gerekir? Oruçlu kimse, içerisine kadar derin olan vücudundaki veya dimağa kadar olan başındaki yarasına ilaç koyarsa hükmü ne olur? Fukahânın gerek şırıngayı, gerekse buruna ve kulağa ilaç damlatmayı “içeri işlerse/ulaşırsa” diye bir şarta bağlamamalarının nedeni nedir? Buruna akıtılan ilaç burunda kalır da başa ulaşmazsa/işlemezse hükmü ne olur?

CEVAP:

Oruçlu bir kimse şırınga yaptırarak ilacını alır veya burnuna ilaç akıtırsa (orucu bozulup sadece) kaza lazım gelir.

Şırınga ve buruna ilaç akıtma hallerinde en sahih kavle göre keffaret vacip olmaz. Çünkü oruç hem sûreten hem mânen bozulduğu zaman keffaret lazım gelir. Orucun sûreten bozulması, yutmakla olur. Burada ise yutma yoktur. (Mânen bozulması ise ister gıda/beslenme olsun ister ilaç olsun bedene faydası olan şeyin içeri işlemesiyle ulaşmasıyla olur). Yalnızca ilaçtan faydalanmak ise sadece kazayı gerektirir.

Oruçlu kimse, kulağına yağ akıtır/damlatırsa (orucu bozulup sadece) kaza lazım gelir. Musannıfın “kulağına yağ damlatırsa” diye (yağ ile) kayıtlaması, kulağa yağ akıtmayla orucun bozulduğuna ihtilaf olmadığı içindir. Bir de musannıf daha önce “kendi fiili ile olsa bile kulağına su kaçarsa orucu bozmaz” demişti.

Oruçlu kimse, içerisine kadar derin olan vücudundaki veya dimağa kadar olan baş yarasına ilaç akıtır da ilaç (yaş olsun kuru olsun) hakikaten içine ve beynine işlerse (orucu bozulup sadece) kaza lazım gelir.

“İlaç hakikaten içine ve beynine işlerse” ifadesi, zahiru’r-rivayetteki “yaş ilaç orucu bozar” kaydının âdete göre (yani yaş ilacın âdeten içeri işleyeceği ulaşacağına binaen) söylenmiş bir söz olduğuna işaret içindir. Zira yaş ilaç içeri işler/ulaşır. Yoksa muteber olan, ilacın içeri hakikaten işlemesidir/ulaşmasıdır. Hatta kuru ilacın içeri işlediğini bilirse orucu bozulur, yaş ilacın ise içeri işlemediğini bilirse bozulmaz.

(Orucun bozulup bozulmadığı hususundaki) ihtilaf, ilacın içeri işleyip işlemediğinin kesin olarak bilinemediği durumdadır. İmam-ı Âzam âdete bakarak yaş ilacın (içeri) işleyeceğine hükümle “bozar” demiş, İmameyn ise bozmayacağını söylemişlerdir.

Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: Fukahânın gerek şırıngayı, gerekse buruna ve kulağa ilaç damlatmayı “içeri işlerse/ulaşırsa” diye kayıtlamamaları (böyle bir şart zikretmemeleri), meselede (içeri işlemenin ve ulaşmanın) açık olduğu içindir. Yoksa içeri işlemesi mutlaka lazımdır. Hatta buruna akıtılan ilaç burunda kalır da başa ulaşmazsa/işlemezse oruç bozulmaz. “İlaç” tabirinin bu hallerin hepsine dönüyor olması mümkündür.

“İçine ve beynine işlerse” ifadesinde “leff-ü neşri mürettep”[1] vardır (Yani vücut yarasında ilaç içeri işlerse, baş yarasında ise beyne ulaşırsa demektir).

el-Bahır sahibi şöyle demiştir: “Tahkike göre baş ile karın/mide boşluğu arasında aslî bir menfez (yol) vardır. Kafa boşluğuna ulaşan bir şey karın boşluğuna da ulaşır.”

Oruçlu kimse, ufak (çakıl) taşı ve benzeri, insanın yemediği veya iğrenip tiksindiği bir şeyi yutarsa (orucu bozulup) kaza lazım gelir.

Çünkü bu durumda oruç sûreten bozulmuştur (ki, sûreten orucun bozulması ise yutmanın meydana gelmesiyledir). Mânen bozulmadığı için ise keffaret lazım gelmez. Mânen bozulması ise ister gıda/beslenme olsun ister ilaç olsun bedene faydası olan şeyin içeri işlemesi ulaşmasıyla olur. Burada ise oruca yapılan cinayet noksan (yani bozulma sadece sûreten) olduğu için keffaret gerekmez. Beslenmenin manası hakkındaki ihtilaf ileride gerekecektir.

İğrenip tiksinme (istikzâr-iâfe) tabirleri sonuçta aynı manayadır. Çünkü iğrenmek tiksinmeye sebep olur. Yukarıda (129’uncu soruda) geçtiği veciyle en sahih kavle göre lokmayı ağzından çıkardıktan sonra tekrar yemek iğrençtir.

İbn-i Şıhne bunu nazma çekerek (şiirsel olarak);

“İğrenç ve bizim gibi yenmeyen bir şeyin yenmesinde keffaret atılıp terk edilir” demiştir. (İbn-i Âbidîn, Oruç Bahsi)

 

 

[1] Leff-ü Neşr: Edebiyata ait bir söz sanatıdır. Beyitlerde ve keza düz yazıda görülebilir.

Birkaç şeyi andıktan sonra onlarla ilgili nitelikleri, özellikleri sıralama (söz simetrisi) sanatıdır. (Önce bir veya iki kelime zikredilir, ondan sonra bunlarla alakalı şeyler zikredilir.) İki çeşittir.

1- Leff-ü Neşr-i Mürettep: Birinci sözde anılanlarla, ikinci sözde anılanlar aynı sıradaysa düzenli leff-ü neşir olur.

2- Leff-ü Neşr-i Gayri Mürettep: Birinci sözde anılanlarla, ikincide anılanlar karışık ya da çapraz olarak sıralanmışsa düzensiz leff-ü neşir olur. Örneğin “savaş ve barışa işaret olarak, bir elimizde kan dökücü mızrak, bir elimizde zeytin dalı var” cümlesinde, savaş sözcüğü kan dökücü mızrak sözcüğüyle, barış sözcüğü ise zeytin dalı sözcüğüyle ilişkilidir. Düzenli leff-ü neşir yapılan bu örnekteki kan dökücü mızrak ve zeytin dalı sözlerinin yerleri değiştirilirse, düzensiz leff-ü neşir yapılmış olur.

Veya başka bir deyişle “leff-ü neşr” arka arkaya söylenecek bileşik sözlerin ilk öğelerini ikincilerden ayırıp bunları ibarede ayrı birer dizi halinde sıralamaktır. Örneğin; “yazın sıcağı ve kışın soğuğu” denirse bu “leff-ü neşr-i mürettep”, “yaz ile kışın sıcağı ve soğuğu” denirse bu “leff-ü neşr-i gayri mürettep” olur.