SORU: Bir özürden dolayı oruçlarını bozmaları mübah olan kimseler, bu özürleri devam ederken ölürlerse durumları ne olur? Bir özürden dolayı oruçlarını bozmaları mübah olan kimseler, özürleri bittikten sonra ölürlerse durumları ne olur? Bir özrü olmadan kasten orucunu yiyen kimsenin, fidye verilmesini vasiyet etmesi vacip midir? Ölen kimsenin yerine velisinin fidye vermesi ne zaman vaciptir ve ne zaman değildir? Fidyenin miktarı ne kadardır? Ölen kimsenin on günü kazaya kalmış olup, özrü kalktıktan sonra sadece beş gün yaşamış olsa kaç gün için fidye vermesi vacip olur? Ölen kimse fidye verilmesini vasiyet etmişse, fidye, terekesinin ne kadarından verilir? Ölen kişi fidye verilmesini vasiyet etmemiş olur da velisi kendiliğinden teberruda bulunup fidyeyi öderse ölenden ahirette oruç mesuliyeti düşmüş olur mu? Namaz kılıp, oruç tutup, sadaka verip veya başka bir şey yapıp sevabını ölüye bağışlamak caiz midir? Ölenin adına/yerine namaz kılıp oruç tutmak caiz midir? Ölenin velisi, ölen namına yemin veya katil keffareti olarak köle âzâd ederek teberru’da bulunursa caiz olur mu? Ölenin velisi, ölen namına yemin veya katil keffareti olarak yiyecek ve elbise teberru ederse caiz olur mu?
CEVAP:
(Bir özürden dolayı oruçlarını bozmaları mübah olan) kimseler, bu özür müddeti içinde ölürlerse fidye verilmesini vasiyet etmeleri vacip değildir. Çünkü (orucun kazasını tutabilecekleri) başka günlere erişmemişlerdir, dolayısıyla onlara kaza lazım gelmez. Vasiyetin vacip olması, kaza lazım gelmesinin fer’idir (ondan ötürü teferrû etmiştir/mevzubahis olmuştur). Vasiyet ise ancak malı olduğu zaman vaciptir.
(Yukarıda) “özür müddeti içinde ölenler” cümlesinden, bütün zikri geçenlerin, hatta hamile ve emziren kadının bile kastedildiği açıktır. Fakat başka metin sahiplerinin yaptıklarından anlaşılan, bu hükmün sadece hasta ile yolcuya mahsus olmasıdır. el-Bahır sahibi şöyle demiştir: “Ben hâmile ile emziklinin de bu hükme dâhil olduklarını görmedim. Lâkin el-Bedâyi sahibinin; “kaza etmenin şartlarından biri, kaza etmeye kudreti olmaktır” sözünün umumu, (hâmile ile emzirene ve diğerlerine de) şâmildir. Şu halde birkaç gün boyunca (orucu bozmayı mübah kılan) korku kalmazsa, o miktar (günler sayısınca) o (hâmile ve emzirenin) kaza etmeleri lazım gelir. Bilakis (onlara bu durumda) bir hususiyet (bir ayrıcalık) yoktur. Her kim bir özürden dolayı oruç tutmaz da o özür kalkmadan ölürse, ona hiçbir şey lazım gelmez. Şu halde ikrah ile/zorla (orucu) bozdurulmuş olan ile sekiz kısım buna (“özür müddeti içinde ölenler” hükmüne) dâhildir.”
Şayet (yukarıdaki kimseler) özür kalktıktan sonra ölürlerse, (özür kalktıktan sonraki) günlerden erişebildikleri (günlerin sayısı) miktarınca (fidye verilmesini) vasiyet etmeleri vacip olur. “Erişebildikleri günler sayısınca” sözünden, oruç tutmak yasak edilen günleri istisna etmek gerekir. Zira -ileride de göreceğimiz üzere- o günlerde vacip orucun edası caiz değildir. Ama şöyle denilebilir: (Oruç tutulması haram olan günleri burada) istisna etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü o kimse bu günlerde (orucunu) şer’an kaza etmeye (zaten) muktedir değildir. Bilâkis (oruç tutulması haram olan) günlerde, (oruç tutma hususunda) sefer ve hastalık günlerinden daha da acizdir. Çünkü sefer ve hastalık günlerinde oruç tutmuş olsa caiz olur, ancak (oruç tutulması) yasak olan günlerde oruç tutarsa caiz olmaz.
Kasten orucunu bozan kimsenin (fidye verilmesini) vasiyet etmesinin vacip olması ise evleviyetledir. Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: Evleviyetle olmasının vechi şudur: Bir özürden dolayı orucunu bozduğunda (fidye verilmesi için) vasiyet etmesi (o kişinin) üzerine vacip olmakta olup (böylece bu kişi) boş bırakılmamaktadır, (bir kimse) özrü yokken (orucunu bozduğunda fidye verilmesini vasiyet etmesi) ise elbette (bu durumda) evleviyetle vacip olur.
Rahmetî şöyle demiştir: “(Kasten oruç bozma hususunda, vasiyet etmenin kişinin üzerine vacip olması için, oruçları) kaza edebileceği bir zamana (günlere) erişmesi de şart değildir. Çünkü eda etmesi elinde idi, ancak o (kimse) bunu özürsüz elinden kaçırdı.”
Ölenin yerine, onun malında tasarrufta bulunan velîsinin/vasîsinin fidye vermesi lazım gelir. (Ölenin) vasiyeti varsa, (ölenin) malının üçte birinden fidye vermesi velisine vacip olur. Vasiyeti yoksa (velisinin vermesi) vacip değil sadece caiz olur.
es-Sirâc sahibi şöyle demiştir: “Zekât da buna kıyas edilir ve (ölen kişi zekâtının verilmesini) vasiyet etmedikçe mirasçının onun namına zekât vermesi lazım gelmez. Ancak mirasçı (vasiyet edilmediği halde) kendiliğinden teberruda/bağışta bulunursa (bu müstesnadır, o takdirde caizdir).”
Fidye, miktar bakımından fitre/fıtır sadakası gibidir. (Fidyenin fitreye benzetilmesindeki) teşbih, miktar yönündendir. Çünkü (fidyede) temlik şart değildir, sadece ibâha (yani mübah kılmak) yeterlidir. Fitrede böyle değildir, (onda temlik şarttır.) Keza fidye, cins ve kıymetinin verilmesinin caiz olması yönünden de fitre gibidir.
el-Kuhistânî şöyle demiştir: “(“Fidye, fitre gibidir”) sözünün mutlak olması, (fidyenin) bir fakire toptan/tamamını vermesinin caiz olduğunu göstermektedir. (Fakirler hususunda) sayı ve (verilecek fidye hususunda) miktar şart koşmamıştır. Lâkin fakire, yarım sâ’dan az verirse sayılmaz. Bununla fetva verilir.” Yani yukarıda geçtiği vecihle, bir görüşe göre “fitre bunun hilâfınadır (fitrede temlik şarttır fidyede değildir)” (diyen kavil ile fetva verilir).
(Fidye), orucun kazasına kudreti olup (yani ölmeden önce orucu kaza edeceği günlere erişip de) ölüm vaki olup da (o günlerde kazasını tutamadığından dolayı) verilir. (Örneğin) eğer on günü kazaya kalır da, bunun beşini kazaya kudreti olup (sadece beş gün yaşamış) ise, sadece beş günlük fidye verir. (Ölen kimseye), sadece (özür kalktıktan sonra kaza etmeye) yetiştiği günler (sayısınca) fidye vermesi (vacip olup), (kaza etmeye) yetişemediği günler için fidye vermesi lazım gelmez.
(Ölen kimse fidye verilmesini) vasiyet ettiyse, fidye, (terekesinin) üçte birinden verilir. Yani (fidye), ölenin kefenlenme (masrafları) ve kul borçları ödendikten sonra, malının üçte birinden verilir. Şayet fidye (miktarı terekenin) üçte birinden çok tutarsa, ancak mirasçının rızası ile verilebilir.
Fakat (fidyenin ölenin terekesinin üçte birinden verilmesi durumu), mirasçısı olup da fazla verilmesine razı olmadığına göredir. (Ölenin mirasçısı olmadığı) takdirde (fidye) bütün malından verilir. Yani mirasçısı olmazsa, fidye bütün malı kaplasa bile terekenin tamamından verilir. Çünkü (üçte birinden) fazlasını vermemek, mirasçının hakkı için idi, mirasçı olmayınca, (üçte birinden fazlasını) vermemek de olmaz. Nitekim mirasçı bulunup da (üçte birinden fazlasının verilmesine) razı olsaydı (keza terekenin tamamından) verilecekti. Keza karı-kocadan biri gibi red sahiplerinden olmayan mirasçısı bulunursa, (bunlar) farz olan hakkını aldıktan sonra fazlası fidyeye verilir/aktarılır.
(Ölen kişi, fidye verilmesini) vasiyet etmemiş olur da velisi kendiliğinden teberruda bulunur (fidyeyi öderse), inşallah caiz olur (yani fidye yerine geçerek ölenin ahiretteki sorumluluğu kaldırır).
İsmail el-Müctebâ’dan naklen şöyle demiştir: “Caiz olur” sözü ile (velinin kendiliğinden teberru’da bulunduğu miktarın), “fidyenin yerine geçen/vaki olan bir sadaka olduğu” kastedilirse ne âlâ! Fakat “caiz olur” sözü ile kusur işlemekte ısrar ede ede ölen o kimseden “vasiyet vacibinin sâkıt olması” kastedilirse, bunun bir manası/vechi/münasebeti yoktur. Bu hususta rivayet edilen haberler/hadisler de tevil edilmişlerdir.
Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: (Ölen kimsenin, oruçları kaza edebileceği günlere erişmesine rağmen kaza etmemesinden dolayı) üzerinde erteleme/geciktirme günahı kalsa da, “caiz olur” sözü ile murad olunanın, “ahirette o kimseden oruç mesuliyetinin düşmesi” olmasına bir mâni yoktur. Tıpkı, (ölenin) borcu olur, ölünceye kadar (ödemeyip) uzatıp da (öldükten sonra) onun namına vasîsi veya başka biri ödese, (ölenin ahirette) mesuliyetten kurtulacağı gibi. Şârih’in bu cevazı (yani “caiz olur” sözünü inşallah diyerek) Allah’ın dilemesine bağlaması da bunu (yani ahirette o kimseden oruç mesuliyetinin düşmesini) teyit eder. Keza Musannıf’ın başkaları gibi, “(ölenin) namına veli oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz” demesi de öyledir (yani ahirette o kimseden oruç mesuliyetinin düşmesini teyit eder). Çünkü bu sözün manası, “ölen kimse namına kaza (namazı kılmak veya kaza orucu tutmak) caiz değildir” demektir. Aksi takdirde (yani namaz kılmakla ölenin yerine kaza namazı kılmak veya oruç tutmakla da ölenin yerine kaza orucu tutmak kastedilmezse), (tutulan) oruç ve (kılınan) namazın sevabını ölene bağışlamak caizdir. Böylece bunlardan anlaşılan şudur ki, mukabelenin (karşılık vermenin) güzel olması için “caiz olur” sözü, “ölenin borcu namına caiz olur” manasınadır.
“İnşallah” kelimesi bazılarına göre “cevaza” değil, diğer ibadetlerde olduğu gibi “kabule” râcî’dir (yani “inşallah caiz olur” manasına değil, “inşallah kabul olunur” manasınadır). Fakat bu doğru değildir. İmam Muhammed (rh.a) şeyh-i fâninin (yani ne Ramazanda ne sonrasında ne de hayatının sonuna kadar oruca gücü yetmeyecek kimsenin) fidyesi meselesinde kesin hüküm vermiştir, fakat (pîr-i fâni hükmüne) ilhak edilenler hakkında “inşallah” diyerek hükmü Allah’ın dilemesine bağlamıştır, örneğin, özürden veya başka sebepten dolayı bir kimse oruç tutamaz da ta ki pîr-i fâni olursa, (onun hakkında “inşallah fidye yeter” demiştir), keza bir kimse özür sebebi ile Ramazan orucunu tutamaz da kazasını da ihmal eder de ta ki ölürse, onun hakkında da (“inşallah” tabirini kullanmıştır). (Bu mevzularda “inşallah” demiştir) çünkü bu hususlarda el-İtkânî’nin de dediği gibi (herhangi bir) nâs/menkul’den delil yoktur. Keza bundan dolayı İmam Muhammed (rh.a) namaz fidyesi hakkında da “inşallah” tabirini kullanmıştır.
el-Fetih sahibi şunları söylemiştir: “Ulemanın istihsanı ile namaz da oruç gibidir. Bunun vechi şudur: Oruçla yiyecek vermek arasında şer’an benzerlik (mümaselet) sabit olmuştur. Namazla oruç arasında da benzerlik (mümaselet) sabittir. Bir şeyin (benzerinin benzeri) denginin dengi, o şeyin (benzeri) dengi olabilir. Binaenaleyh (benzerlik/denklik) olduğu takdir edilirse, buna göre yiyecek vermek (fakir doyurmak) vacip olur. (Benzerlik/denklik) olmadığı takdir edilirse, yiyecek vermek vacip olmaz. Fakat ihtiyatlı olan, “(yiyecek vermek) vaciptir” demektedir, şöyle ki, eğer vaki olan, (benzerliğin) denkliğin sübutu ise (yani hakikatte ikisi arasında denklik varsa, o halde zaten) maksat hâsıl olmuş yani borç sâkıt olmuştur demektir. Vaki olan bunun aksi ise (yani hakikatte ikisi arasında denklik yoksa o halde) günahları gidermeye salahiyetli olan yeni bir hayır işlenmiş olur. İşte bundan dolayı İmam Muhammed bu hususta kesin hüküm vermeyip “kâfi gelir inşallah” demiştir. Nitekim (üzerinde kaza orucu olup da vasiyet etmeden ölen kişi için) mirasçının fakir doyurmak sureti ile yaptığı teberru hakkında da aynı sözü söylemiştir (“kâfi gelir inşallah” demiştir). (Ancak, ölenin üzerinde kaza orucu olup da) fidye verilmesini vasiyet etmesi bunun hilâfına olup, onun hakkında İmam Muhammed “kâfidir” diye kesin (hüküm) söylemiştir.”
(Ölen kişi, fidye verilmesini vasiyet etmemiş olur da velîsi kendiliğinden teberruda bulunup fidyeyi öderse), sevabı velînindir. Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: Benim el-İhtiyâr’da gördüğüm şöyledir: “(Bir kimse, üzerinde kaza orucu olduğu halde ölüp de ölmeden önce fidye verilmesi için) vasiyet etmezse, mirasçılara (ölenin adına fidye olarak) yiyecek vermeleri vacip olmaz. Çünkü (fidye) bir ibadettir. (İbadet ise) onun emri olmaksızın yerine getirilmez/ödenmez. Şayet (bir vasiyet olmamasına rağmen mirasçılar fidyeyi) öderlerse caiz olur. Sevap onun için olmuş olur.” Şüphesiz ki buradaki “onun” zamiri, ölene aittir. Zahir olan/anlaşılan budur. Çünkü vasî ancak ölen için tasadduk etmiştir (teberru’da bulunmuştur), kendisi için bir şey yapmamıştır, binaenaleyh sevabı da ölenin olur. Zira el-Hidâye’de açıklandığına göre namaz, oruç, sadaka veya başka bir şey olsun, insan, amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Nitekim başkası namına hac bahsinde gelecektir. Biz (İbn-i Âbidîn) bu hususta cenazeler bahsinde şehit bâbından az önce söz etmiştik, evet, orada demiştik ki; bir kimse başkası namına tasadduk ederse (sadaka verirse), onun ecrinden bir şey eksilmez.
Ölen namına (ölenin) velîsi oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz. Çünkü Nesâî’nin tahrîc ettiği bir hadiste, “hiçbir kimse başkasının yerine oruç tutamaz ve hiçbir kimse başkasının yerine namaz kılamaz, lakin velisi onun yerine yiyecek verir/yedirir” buyrulmuştur. “Nesâî’nin tahrîc ettiği” hadis İbn-î Abbâs’a mevkuftur. Fakat Buhârî ile Müslim’de yine İbn-i Abbâs’tan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Nebî (s.a.v)’e bir adam gelerek; “annem, üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde öldü. Onun namına bunu ben kaza edebilir miyim?” dedi. Rasûlullah (s.a.v); “annenin borcu olsa onun namına öder miydin?” diye sordu. Adam, “evet” dedi. Rasûlullah (s.a.v) de; “o halde Allah borcu ödenmeye daha lâyıktır” buyurdular.” Fakat bu hadis mensuhtur. Çünkü râvînin (kendi) rivayet (ettiği hadise) aykırı fetva vermesi, nesheden hadisi rivayet (etmesi) gibidir (yani rivayet ettiği hadise zıt olarak verdiği fetva, nesheden başka bir hadisi rivayet etmesi gibidir). İmam Mâlik, “ben Medine’de Sahabe ve Tâbiîn’den hiçbirinden onlardan birisinin başkası namına oruç tutmayı, namaz kılmayı emrettiğini işitmedim” demiştir. Bu da neshi teyit eden delillerden birisidir. Şeriat da böyle (yani bir kimse başkasının yerine oruç tutamaz ve namaz kılamaz hükmü üzere) karar kılmıştır.
Keza velisi, ölen namına yemin veya katil keffareti olarak köle âzâd (ederek teberru’da bulunursa caiz olmaz), (velîsi ölen adına yemin veya katil keffareti olarak) yiyecek ve elbise teberru ederse caiz olur. Şurunbulâliyye sahibi şöyle demiştir: “Ben derim ki; mirasçının katl keffaretindeki hiçbir teberru’su sahih değildir. Çünkü (katl keffaretinde) baştan vacip olan, mümin bir köle âzâd etmektir. Zeylâî’nin de dediği gibi mirasçının onun namına köle âzâd etmesi ise sahih değildir. (Katl keffaretindeki) oruç, âzâd etmenin bedeli olup onda da fidye (vermek) sahih değildir. Katl keffaretinde yiyecek ve elbise (vermek) yoktur, binaenaleyh bunlarda katl keffaretini yemin keffaretine ortak etmek (yiyecek ve giyecek verebilme hususunda ikisini aynı olarak zikretmek) hatadır (çünkü yemek yedirmek ve giydirmek katl keffaretinde olmayıp sadece yemin keffaretinde vardır).”
AIIâme Aksarâyî -Ebussuûd’un Miskîn’in Hâşiyesi’nde naklettiği gibi- buna şöyle cevap vermiştir: “Bu zevâtın katlden muradları, av öldürmektir. İnsan öldürmek değildir. Zira (insan öldürme keffaretinde) yiyecek verme yoktur.”
Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: (AIIâme Aksarâyî’nin dediğine) de şöyle itiraz edilebilir: Av öldürmede(ki keffarette) oruç (tutulması) asıl değildir, o bedeldir. Çünkü (ihramlıyken veya Harem-i Şerifte iken av öldürmede) vacip olan, avın kıymeti ile Harem’de kesilmek üzere bir hedy kurbanı satın almak yahut (her bir) fakire yarım sâ’ yiyecek tasadduk etmek yahut her yarım sâ’ için bir gün oruç tutmaktır. Anla!
Yine (İbn-i Âbidîn) derim ki: Bazen hayatta iken verilen fidye ile öldükten sonra verilen fidye (birbirinden ayrılır) arasında fark olur. Buna delil, Nesefî’nin el-Kâfî’sindeki şu ifadedir: “Üzerinde yemin veya katl kefareti olan bir fakir (bu keffaretleri maddi olarak yerine getiremez) ve oruç tutmaktan da âciz kalırsa (bunun yerine) fidye (vermesi) caiz olmaz. Bu, kurban kesmekten ve oruç tutmaktan âciz kalan temettü hacısı gibidir, (bu hacının orucun yerine ona bedel olarak fidye vermesi gerekmez). Çünkü burada oruç (zaten temettü kurbanından) bedeldir. Bedelin bedeli olmaz. O kimse ölür de keffaret verilmesini vasiyet ederse, malının üçte birinden sahih olur. Giyecek ve yiyecekte teberru sahihtir. Çünkü vasiyet olmaksızın köle âzâdı, ölene velâ ilzâm etmektir. Giyecek ve yiyecekte ise ilzâm yoktur.” Görülüyor ki, “ölür de keffaret verilmesini vasiyet ederse sahih olur” sözü, (yukarıda) zikrettiğimiz (hayatta iken verilen fidye ile öldükten sonra verilen fidye arasında fark olduğu) hususunda açıktır, (şöyle ki, bu hususlarda o kişi hayatta iken orucun yerine fidye verilmesi caiz değilken öldükten sonra şayet vasiyeti varsa orucun yerine fidye verilmesi caizdir). Aşağıda gelecek olan “başkasının (yerine) bedel olan oruç için fidye vermek sahih değildir” ifadesi bununla tahsis edilmiş (sınırlandırılmış) olur. Sonra Nesefî’nin, “ölür de keffaret verilmesini vasiyet ederse” sözü, hem yemin, hem de katl keffaretine şamildir. Zira köle âzâdını vasiyet etmek sahihtir, teberru’su ise bunun hilafınadır (caiz değildir). Onun için (kişi öldükten sonra onun adına teberru olarak verilen fidyede) teberru’nun sahih olmasını giyecek ve yiyecekle kayıtlamış/sınırlandırmış ve bunda/teberru’da köle âzâdının sahih olmadığını ise açıkça ifade etmiştir. Bu, teberrudan yalnız yemin keffaretinin kastedildiğine açık bir karînedir. Zira katl keffaretinde giyecek ve yiyecek yoktur.”
el-Kâfî’nin sözünün hulâsası şudur: Yemin ve katil keffaretinde olduğu gibi, başkasından bedel olan orucu tutmaktan âciz kalan kimse hayattayken şeyh-i fâni olarak kendi (orucunun) fidyesini verse, her iki keffarette de sahih olmaz. Ama (bu oruçlardan dolayı) fidye verilmesini vasiyet ederse, her iki keffarette de sahih olur. Ölenin namına velîsi teberruda bulunursa, katil keffaretinde sahih olmaz, çünkü katil keffaretinde vacip olan köle âzâdıdır ki, onda teberru sahih değildir (ölenin adına köle âzâd ederek teberru’da bulunulamaz). Yemin keffaretinde ise (teberru) sahih olur (ölenin adına yemin keffareti hususunda teberru’da bulunabilir), lâkin yalnız giyecek ve yiyecekte sahihtir, arzettiğimiz sebepten dolayı köle âzâdında sahih değildir. Bu makamı böyle anlamak gerekir. Bunu ganimet bil! Zira burada birçok büyüklerin ayakları kaymıştır.
(Yukarıda zikredildiği gibi velîsi, ölen namına yemin veya katil keffareti olarak köle âzâd ederse caiz olmaz), çünkü (velîye, ölenin fidyesi olarak “köle azad et” demekte) ölenin rızası olmadan ona velâ ilzâmı vardır. Yani velâ, nesep hısımlığı gibi bir yakınlıktır. Şu da var ki bu hâlis bir menfaat değildir (yani velînin ölenin adına köle âzâd ederek teberru’da bulunması mutlak getirisi faydası olan bir husus değildir), çünkü mevlâ/kölenin sahibi, âzâd ettiği kölenin âkilesi olur, (âkile, öldürenin akrabası olup hata yolu ile öldürülen kimsenin diyetini öder, mevlâ’da âzâd ettiği kölenin âkilesi olmuş olur, köle, bir kimseyi hataen öldürdüğünde mevlâsı ölenin diyetini öder.) Keza (mevlâ) öldükten sonra asabeleri de öyledir, (şöyle ki, velâ bir akrabalık yakınlığı değil de hısımlık gibi hükmen yakınlıktır. Mirasçı, ölenin adına teberru’da bulunup da köle âzâd ettiği zaman ölenin rızası olmadan onu, kölenin âkilesi kılmış olur. Ölen kişi bu yolla âkile olduğunda ise kölenin hata yollu öldürdüğü kişinin diyetini ödemesi gerekir. Bunda ise ölen kişiyi, rızası olmadan sorumluluk ve yükümlülük altına sokmak vardır. Âkile hayatta değilse, onun yerine âkilenin asabeleri hata yollu öldürülen kişinin diyetini öderler. İşte bu, “rızası olmadan velâ ilzâmı” demektir ve bundan dolayı ölenin adına velîsinin köle âzâd ederek teberruda bulunması caiz değildir). Buna el-Hidâye’nin yukarıda geçen “bir insan amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir” ifadesi ile itiraz edip “bu ifade köle âzâdına da şâmildir” denilemez. Çünkü (“mirasçılar, ölenin adına köle âzâd ederek teberru’da bulunamaz” kavlinden) murad, (köleyi) ölen namına, onun orucuna bedel âzâd etmektir. Kölesini âzâd edip, sevabını ölene bağışlamak bunun hilâfınadır (caizdir). Zira (sevabını bağışlama hususunda) âzâd (etme işi) asaleten (mirasçının) kendi adına olduğu gibi, velâ da kendisinin (üzerine) olur. Ölene yalnızca sevabını bağışlamıştır. (Mirasçının), ölen namına giyecek ve yiyecek teberru etmesi ise bunun hilâfına olup bunun (vekâleten) niyabet yolu ile olması sahihtir zira (bunda ölene herhangi bir) ilzâm yoktur. (İbn-i Âbidîn, Oruç Bahsi