SORU: Bir kimsenin beytü’l-mal yani devlet hazinesinden aldığı nasibi, örneğin sürekli aldığı bir maaşı var ise, bu kimse devlete verilecek olan bir mala rastladığında maaşına bedel olarak onu alabilir mi?
CEVAP:
Bir kimsenin beytü’l-mal yani devlet hazinesinden aldığı bir nasibi varsa, bu kimse devlete verilecek olan bir mala rastladığında, eğer o mal, beytü’l-mal’den kendisinin nasibinin verildiği kısımdan ise, diyaneten onu almaya hakkı vardır…
Beytü’l-mal’den nasibi olanlar; hâkimler, memurlar, âlimler, mücahitler/gaziler ve bunların çocuklarıdır. Bunların almaları caiz olan miktar, “kendilerine yetecek kadar” olan miktardır. İlim talebesi ile halka vaaz ederek onlara hakkı anlatan vaiz ve bunları onlara öğretenler/muallimler de beytü’l-mal’den nasibi olanlar arasında olup, bunlar da aynı hükme dâhildirler. Saydığımız bu kesimlerin beytü’l-mal’den almalarının caiz olduğu kısım, haraç ve cizye kısmıdır yani beytü’l-mal/devlet hazinesine verilecek olan her ne olursa olsun almaya hakları olmayıp, sadece bu iki kısımdan alabilirler.
Beytü’l-mal dört kısma ayrılmıştır.[1] Devlet başkanı, bu dört kısmın birinden, diğerine harcamak için ödünç alabilir ve daha sonra da aldığı ödüncü tekrar yerine koyar. Bu, zaruret dolayısıyla yukarıdaki kimselere nasiplerini başka kısımdan vermenin caiz olduğunu gösterir. Ancak zamanımızda (İbn-i Âbidîn’in zamanında) beytü’l-mal, kısım kısım ayrılmış olmayıp, toplanan bütün mallar bir yerde karışık olarak toplanmaktadır. Dolayısıyla yukarıda sayılan bu kimseler, devlete verilmek üzere olan mallardan sadece haraç ve cizyeyi almaya kalkarsa, ellerine bir şey geçmesinin mümkünatı olmaz. Binaenaleyh, beytü’l-mal’e verilecek olan bir mal bulurlarsa, hakları zayi olmaması için, buldukları malın hangi kısma ait olduğuna bakmaksızın alabilirler. Bu durum zaruretten dolayı caizdir…
Bir kimsenin yanında bir mal emanet bırakılır ve emanet bırakan kimse de ölür ve emaneti teslim alacak mirasçısı da olmazsa, bu kimse, zamanımızda bu emaneti devlet hazinesine teslim etmeyip, eğer sadaka almaya müstehak biri ise kendisine harcar, sadaka almaya müstehak değilse, müstehak olanlara harcar. Çünkü bu malı beytü’l-mal’e verirse mal zayi olur, zira devlet hazinesine bakanlar, oradaki malları harcanması gereken yerlerine sarfetmiyorlar…
Devlet bir kimseden haksız yere vergi almak isterse, bu kimsenin kendisine düşeni vermesi zalime zulmünde yardım etmek olur. Çünkü zamanımızda (İbn-i Âbidîn’in zamanında) alınan haksız vergilerin çoğu zulüm yoluyla alınmakta olup, alması haram olan şeyin vermesi de haramdır, -zulmün (ve zalimin) yok edilmesi ise vaciptir-. Bundan ancak zaruret durumunda verilen müstesnadır, şöyle ki, şayet zalim o malı ondan mutlaka ne olursa olsun alacaksa, bu durumu kendi nefsinden defetmeye gücü yetmeyen aciz kimse, zalime bu malı/parayı vermekle günahkâr olmaz. Ancak bu durumu kendinden defetmeye muktedir olan, yani malı/parayı kendisinden zulmen almak isteyen zalime bu malı vermemeye gücü yeten kimse bu malı zalime verirse, alması haram olan bir şeyi vermekle, kendi iradesi ve isteğiyle zulme yardım etmiş olur…
Bu mevzuda, öğrenilip de öğretilmeyen bir ilim: Devlet başkanı, tebaanın/halkın maslahatına olan ancak tebaaya zararı olan (bir vergiyi onlardan almak isterse, bu vergi) tebaanın boyunlarında, haraç gibi, verilmesi vacip bir borç ve yerine getirilmesi gereken bir hak olmuş olur. Ulemamız, “devlet başkanının, tebaanın/halkın maslahatına olan ancak (aynı zamanda) tebaaya zararı olan bütün tasarruflarındaki cevap/hüküm budur” demişlerdir. Örneğin, yol ve mahalle emniyetini sağlamak için olan bekçi (ve güvenlik görevlilerinin) ücretlerini/maaşlarını, devlet başkanının halktan alması bu kabildendir. Nehir/dere yatağının ıslahı ve hayvanların (ve araçların) toplanıp barınacağı/konaklayacağı yerler için alınan paralar gibi yani (kısaca) masâlih-i âmme’yi gerektiren işler için halktan alınan paraları devlete vermek, halkın üzerinde ödemesi vacip olan bir borçtur, bundan imtina etmek/karşı gelmek caiz değildir ve bunu halktan almak bir zulüm de değildir…
[1] Beytü’l-mallar dörttür: Her birinin sarfedildiği yerler vardır ve bunları âlimler açıklamışlardır. Ulemanın açıkladıklarına göre, her nevi mal için hususi beytü’l-mal yapmak ve bu malları birbirine karıştırmamak vaciptir. Bir hazinenin malına ihtiyaç duyar da orada da yeteri kadar mal bulunmazsa, başka hazinenin malından ödünç alır. Sonra, adına ödünç aldığı hazinenin malı olduğunda, içinden ödünç aldığı hazineye iade eder. Ancak, zekâtların ve ganimetlerin beşte bir’inden fakirlere harcarsa, fakirlere harcadığı malı tekrar yerine iade etmez, çünkü zaten fakirler bu hazinedeki malların harcanacağı yerlerden olup onu almaya müstahaktırlar. Beytü’l-mal’ın diğer kısımları da böyledir, yani herhangi bir kısımdan alınır da müstehak olanlara harcanırsa, tekrar yerine iade etmek gerekmez…
Dört nevin birincisi, ganimetlerin konulduğu beytü’l-mal’dır. Buna “beşte bir’in beytü’l-malı” denir ve ganimetlerin, madenlerin ve rikâzın beşte bir’inin konulduğu kısım demektir…
İkincisi, zekâtların konulduğu beytü’l-mal’dır ve saimelerin zekâtının, arazilerin öşürlerinin ve öşür memurunun gelip-geçen Müslüman tüccarlardan aldığının konulduğu kısım demektir…
Üçüncüsü, arazilerin haracı, şahıs (baş) cizyesi, öşür memurunun zimmî tüccarlar ve dâru’l-harb’ten gelip pasaportla giren tüccarlardan aldıkları malların konulduğu beytü’l-mal’dır. Harbî’nin hediyesi, onlardan savaşmadan alınan mallar ve İslam askerinin onların sahasına girmeden önce, harbî’lerin Müslümanlarla savaşmamak için yaptıkları anlaşma bedeli/karşılığında verdikleri mallar da bu kısma konulur. Vatanından hicret etmiş zimmîlerin geride bıraktıkları malları da bu kısma konulur…
Dördüncüsü, zâyiler yani buluntu malların konulduğu beytü’l-mal’dır. Hiç mirasçısı olmayan tereke yahut mirasçısı olup da kendisine mirasın -red olarak- verilmesi caiz olmayan kimselerden dönen tereke de bu kısma konulur…
İlk iki yani “beşte bir” ile “zekâtın” verileceği yerler, nas/ayetlerle bildirilmiştir. Beşte bir’in sarfedileceği yer hakkında Kur’an’da şöyle buyrulmuştur; “bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.” (Enfâl, 8/41) Zekâtın verileceği yer hakkında ise; “sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, (zekât toplayan) memurlar, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlar, (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda olan ve yolda kalmış yolcu içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir…” (Tevbe, 9/60)
Üçüncü kısmın sarfedileceği yer, bütün Müslümanların fayda hususunda eşit oldukları cihetler yani Müslümanların yararına olan işler ve yerlerdir. Sınırlarda gedikleri gidermek, köprüler yapmak, ulema, hâkimler, memurlar, gaziler ve bunların zürriyetleri, hastalar, kötürümler, kışlalar, mescitler ve benzerlerine ve (bunlara bakanlara) sarfedilir…
Dördüncü kısmın sarfedileceği yer, bulma fakir çocuklar ve velileri olmayan fakirlerin nafakaları/masrafları, ilaçları, kefenleri ve cinayetlerinin diyetleridir… (İbn-i Âbidîn, Zekât Bahsi)