Güzelleşmek ile süslenmek arasında ne fark vardır, bunların manası ve hükmü nedir? Sünnet maksadıyla bir iş yapılır ve bunun zımnında süslenme hâsıl olursa nasıl davranılır? Güzel elbise giymenin hükmü ve şartı nedir? Güzel elbise giydikten sonra kibirlenilmediğinin alameti nedir?

SORU: Güzelleşmek ile süslenmek arasında ne fark vardır, bunların manası ve hükmü nedir? Sünnet maksadıyla bir iş yapılır ve bunun zımnında süslenme hâsıl olursa nasıl davranılır? Güzel elbise giymenin hükmü ve şartı nedir? Güzel elbise giydikten sonra kibirlenilmediğinin alameti nedir?

CEVAP:

Süslenme kastedilmezse, bıyık yağlaması ve sürme çekilmesi mekruh değildir… Bilmiş ol ki, güzelleşmeyi istemekle, süslenmeyi istemek arasında telâzüm yoktur (yani birinin bulunması diğerinin bulunmasını gerektirmez)… Güzelleşmeyi istemek; kusuru gidermek, vakarlı olmak, övünmek için değil de şükür için nimeti izhar etmek maksadı ve (niyetiyle yapılandır). Bu, nefsin edep ve âlicenaplılığının/kibarlılığının eseridir… Süslenmek ise nefsin zayıflığının eseridir… Ulema şöyle demişlerdir: “Kınalanma sünnette varid olmuştur, fakat (bu kınalanma) süslenmek maksadı ile değildir. Kınalandıktan sonra süs meydana gelirse, bu matlup bir iş (sünneti yapma kastı) zımnında meydana gelmiştir ki, binaenaleyh (meydana gelen bu süse) iltifat edip ehemmiyet göstermedikçe kendisine zararı olmaz…” Bundan dolayıdır ki Velvalciyye sahibi şöyle demiştir: “Güzel elbise giymek, büyüklenmemek/kibirlenmemek şartı ile mübahtır. Zira büyüklenmek/kibirlenmek haramdır.” Bu (sözün) açıklaması; “güzel elbiseyi giydikten sonra, giymezden önceki gibi olmalıdır…” (Bahır’da böyle denilmiştir)…

Müctebâ, Yenâbî’ ve diğer kitaplarda şöyle denilmektedir: “Sakal uzadığı vakit etrafından/yanından almakta bir beis yoktur… Beyaz kılları yolmada da bir beis yoktur ancak süslenmek için yolunursa (o zaman mekruh olur)… Kadınlaşmış erkeklere benzememek şartı ile kaşlarından ve yüzünün kıllarından almakta da beis yoktur… Boğazın kılları tıraş edilmez, ancak Ebû Yusuf’tan bir rivayete göre bunda bir beis yoktur…” (İbn-i Âbidîn)