SORU: Ramazanın haricindeki bir oruç bozulduğunda ne gerekir? Keffaret sadece Ramazan orucu bozulduğu duruma mı mahsustur? Oruçlu kimse, bir kadına uyurken veya deli iken cima ederse, kadına ve erkeğe ne lazım gelir? Oruçlu kimse, gece zannederek sahur yemeği yer veya güneş battı zannederek iftar eder de birinci durumda fecir doğmuş, ikinci durumda ise güneş henüz batmamış olursa hükmü ne olur? Bir kimse fecir doğdu (imsak oldu) zannetmesine rağmen yemek yese, sonra da bu zannı doğru çıkarsa hükmü ne olur? Oruçlu kişi güneşin batmadığına kanaat getirir ve bu kanaatine rağmen yine de iftar ederse hükmü ne olur?
CEVAP:
Bir kimse Ramazanın eda orucundan (Ramazanda vaktinde tutulan oruçtan) başka bir orucu bozarsa (sadece kazası lazım gelir), çünkü keffaret yalnız Ramazanın hürmetini çiğnemekle (Ramazan orucunu bozmakla) gerekir.
Ramazanın kazasını tutarken bu kaza orucunu bozarsa yahut başka bir orucu bozarsa keffaret lazım gelmez, sadece kaza gerekir. Çünkü Ramazan orucunu bozmak, cinayet/suç yönünden daha büyüktür. Başka (oruçlar keffaretin lazım gelmesi hususunda) ona katılamaz (onun gibi olamaz), zira (Ramazan orucunu bozmakla keffaretin lazım gelmesi) kıyasa muhalif olarak meşru kılınmıştır.
Oruçlu kimse, bir kadına uyurken veya deli iken cima ederse, (delinin hali) şöyle ki, kadın oruçlu olarak sabahlar (sonra) da delirir (ve erkek de kadına delirdikten sonra cima ederse), (bu durumlarda kadına sadece kaza lazım gelir).
Fakat cima eden erkeğe hem kaza, hem kefaret lazımdır. Çünkü erkeğin, aklı başında olan veya aklı başında olmayan bir kadınla cima etmesi arasında fark yoktur.
“Oruçlu olarak sabahlar da (sonra) delirirse” cümlesi, bir sorunun cevabı olup bu soru şudur: “Delilik oruca aykırıdır (ona zaten oruç farz değildir, niyeti sahih değildir). Binaenaleyh deliliğin bu surette oruç meselesi ile tasvir edilmesi doğru değildir.” (Bu sorunun) cevabı ise şudur: “Delilik oruca aykırı değildir. Delilik sadece orucun şartı olan niyete aykırıdır. Bu (anlattığımız) surette ise niyet mevcuttur (zira kadın niyet etme vaktinde akıllı olup sabahladığında delirmiştir).”
Halebî şöyle demiştir: “Bunun (hüküm bakımından aynı olan) bir misli de, kadının geceleyin oruca niyetlendikten sonra delirmesi ve gündüzleyin cima edilmesidir. Keza gündüzleyin dahvetü’l-kübrâ/kaba kuşluktan önce niyet eder de sonra delirir ve cima edilirse (bu durumlarda kadın niyet vaktinde akıllı olduğundan niyeti sahih olup bundan sonra cima edildiğinden dolayı kadına sadece kaza, erkeğe ise hem kaza hem keffaret lazım gelir).”
Oruçlu kimse, yemek yediği vakti gece zannederek (yahut fecrin doğup doğmadığında şüpheye düşerek) sahur yemeği yer veya (güneş battı zannederek) iftar eder de birinci durumda fecir doğmuş, ikinci durumda ise güneş henüz batmamış olursa, (yalnız kaza lazım gelir, keffaret gerekmez). Burada Musannıf leff-ü neşr-i mürettep[1] yapmıştır.
Gece zannederek sahur yemeği yerse, kaza lazım gelip, keffaret gerekmez, çünkü cinayet/suç kusurludur/noksandır (tam değildir). (Burada noksan bir suç bulunup bu noksan suç ise) araştırmamak cinayetidir/suçudur, iftar/orucu bozma cinayeti değildir. Zira (her ne kadar orucu bozmuş olsa da, iftar etmeyi yani orucu bozmayı) kastetmemiştir. Onun için Ulema bu kişiye günah olmadığını açıklamışlardır. Ulema, hatayla adam öldürmede de kişiye bir günah olmadığını söylemişlerdir. Günahtan murad, öldürme günahı olmamasıdır. Burada açıkladıklarına göre (bu hususta var olan) günah, azîmeti ve silahı atarken fazla araştırmayı terk etme günahıdır.
Ben İbn-i Âbidîn derim ki: Lakin zâhire göre (gece zannederek sahur yapmada veya güneş battı zannederek iftar etmede) asla (hiç bir) günah yoktur. Buna delil, burada kefaretin vacip olmamasıdır. Hatayla adam öldürme de ise keffaret vaciptir, çünkü onda günah vardır. Zira keffaret ödemek o günaha keffaret[2] olur.
(Sahuru), hâlâ gece zannederek (yapması) bir kayıt (şart) değildir. Çünkü (bir kimse) fecir doğdu (imsak oldu) zanneder ve buna rağmen yemek yer ise, sonra da (imsak olduktan sonra yediği) zannı doğru çıkarsa, yalnız kaza etmesi lazım gelir, keffaret gerekmez. Zira işi esasa göre (aslı üzerine) kurmuş olup, binaenaleyh cinayet/suç tam bulunmamış olur, (cinayet tam olmadığından dolayı da keffaret gerekmez). (Kaza gerekir zira fecir doğdu zannından sonra kişinin yemek) yemeye hakkı yoktur, çünkü zann-ı gâlib yakîn/yüzde yüz ilim gibidir.
Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: (Az önceki hükümde) el-Bahır sahibinin muradı, (hâlâ gece olduğu zannının) hüküm ve sahur yemeği cihetinden bir kayıt (şart) olmadığını anlatmaktır. Yemek seher (sahur) vaktinde yenilse bile yine aynıdır. Sahur yemeği denilmesi, bu yemeğin muhtemelen (seher) vaktine rastlaması itibarı/hasebiyledir. Bu böyle olmasaydı, hâlâ gecenin devam ettiğini zannetse bile (sahur yemeği) tabirin kullanılması sahih olmamalı idi. Çünkü meselenin kuruluşu, (sahur yemeği diye yenilen yemeğin) fecrin doğmasından sonra olduğuna göredir. Fecir doğduktan sonra yenilen yemeğe ise sahur (yemeği) denilmez. (Sahur yemeği denilmesinin, bu yemeğin muhtemelen seher vaktine rastlaması) itibarıyla olmasaydı, Musannıf’ın “yahut sahur yemeği yerse” demesi doğru olmazdı (zira sahur yemeği diye söz ettiği yemek sahur vaktinde değil fecir doğduktan sonra vuku bulmuştur).
Birinci durumda şüphe yeterlidir, ikinci durumda ise yeterli değildir. Bu, her ikisinde asıl ile amel etmek içindir. Zira birincide asıl, gecenin devam etmesidir. Binaenaleyh keffaret gerekmez. İkincide ise asıl, günün devam etmesidir. Birinci durumda yani hâlâ gece zannederek sahur yemeği yeme durumunda keffaretin düşmesi için şüphenin bulunması yeterlidir. Çünkü asıl olan, gecenin devam ediyor olmasıdır. Binaenaleyh (gece) şüphe ile çıkmaz (çıkıp çıkmadığı hususunda şüpheye düşmekle gece çıkmış sayılmaz).
(Musannıf metinde birinci durum için sadece “zan” kelimesini kullanıp “şek” tabirini kullanmamıştır, hâlbuki doğru olan tabir; fecrin doğup doğmadığında şüphe ederek sahur yaparsa yahut güneşin battığını zannederek iftar ederse demektir ki), nitekim Nûru’l-Îzâh’ta, “fecrin doğduğunda şüphe ederek sahur yemeği yer veya cima eder de, o da doğmuş bulunursa yahut güneşin battığını zannederse…” denilmiştir.
Ben (İbn-i Âbidîn) derim ki: Güneşin batıp batmadığında şüphe edildiği vakit, keffaret vacip olup olmadığında Ulemanın ihtilâfı vardır. el-Bahır sahibi bunu Tahâvî Şerhi’nden nakletmiştir. Keza el-Bedâyi’’den de, “(oruçlu kişi güneşin) batmadığına kanaat getirdiğinde (yani güneşin batmadığı görüşü galebe gelip de bu kanaatine rağmen yine de iftar ettiğinde) keffaret vacip olmadığının sahihlendiğini (sahih görüşün bu olduğunu)” nakletmiştir. Çünkü (güneşin) batmış olması ihtimali vardır. Bu ise bir şüphedir. Keffaret ise şüphe ile birlikte vacip olmaz. Şüphe yok ki, (nakledilen) bu (hüküm), “güneşin batması hususunda şüphe (edildiğinde) keffaret vacip olmaz” sözünü, evleviyetle/öncelikle (sahih olduğunu söylemeyi) iktiza eder (gerektirir).
Lâkin el-Fetih’te zikredildiğine göre Fakih Ebû Cafer, (güneşin batıp batmadığında) şüphe (edilir de buna rağmen iftar yapılırsa bu durumda) keffaret lazım geldiğini benimsemiştir. Çünkü güneşin battığına kanaat getirme halinde sabit olan, ibâha şüphesidir, ibâhanın kendisi (hakikati) değildir. Şüphe halinde ise (durum) bundan daha aşağı olup, bu, şüphenin şüphesidir ki, bu durum ise cezaları düşürmez. Bundan sonra el-Fetih sahibi şunları söylemiştir: “Bu (hüküm, yani güneşin batmasında şüpheye düştükten sonra iftar edilmesinde keffaretin lazım gelmemesi), hâlin belli olmadığına (güneş battıktan sonra mı önce mi yiyip yemediği ortaya çıkmadığına) göredir. Güneş batmadan yediği (iftar ettiği) anlaşılır ortaya çıkarsa keffaret vermesi lazım gelir ki, bu hususta ihtilaf edildiğini bilmiyorum.”
Bununla, en-Nehir’in şu sözü teyit edilmiş olur: “Sonra şüpheye düşme şüphesi, güneşin batıp batmadığı hakkında şüpheye düşüldüğünde itibara alınmayınca, güneşin batmadığı hakkında kanaat (zann-ı gâlip hâsıl olduğu durumda) evleviyetle/öncelikli olarak itibara alınmaz. Bununla el-Bedâyi’de sahih olduğu söylenen (keffaretin) vacip olmaması kavli zayıflamış olur. Onun için Zeylaî hem kaza, hem keffaret lazım geldiğine kesinlikle hükmetmiştir ki, en-Nihâye’de de böyledir.”
Şu halde iki rivayetten birine göre keffaret vacip olur. (İbn-i Âbidîn, Oruç Bahsi)
[1] Leff-ü Neşr: Edebiyata ait bir söz sanatıdır. Beyitlerde ve keza düz yazıda görülebilir.
Birkaç şeyi andıktan sonra onlarla ilgili nitelikleri, özellikleri sıralama (söz simetrisi) sanatıdır. (Önce bir veya iki kelime zikredilir, ondan sonra bunlarla alakalı şeyler zikredilir.) İki çeşittir.
1- Leff-ü Neşr-i Mürettep: Birinci sözde anılanlarla, ikinci sözde anılanlar aynı sıradaysa düzenli leff-ü neşir olur.
2- Leff-ü Neşr-i Gayri Mürettep: Birinci sözde anılanlarla, ikincide anılanlar karışık ya da çapraz olarak sıralanmışsa düzensiz leff-ü neşir olur. Örneğin “savaş ve barışa işaret olarak, bir elimizde kan dökücü mızrak, bir elimizde zeytin dalı var” cümlesinde, savaş sözcüğü kan dökücü mızrak sözcüğüyle, barış sözcüğü ise zeytin dalı sözcüğüyle ilişkilidir. Düzenli leff-ü neşir yapılan bu örnekteki kan dökücü mızrak ve zeytin dalı sözlerinin yerleri değiştirilirse, düzensiz leff-ü neşir yapılmış olur.
Veya başka bir deyişle “leff-ü neşr” arka arkaya söylenecek bileşik sözlerin ilk öğelerini ikincilerden ayırıp bunları ibarede ayrı birer dizi halinde sıralamaktır. Örneğin; “yazın sıcağı ve kışın soğuğu” denirse bu “leff-ü neşr-i mürettep”, “yaz ile kışın sıcağı ve soğuğu” denirse bu “leff-ü neşr-i gayri mürettep” olur.
[2] Keffaret: Keffaret, lügatte; gidermek, silmek, örtmek ve yok etmek manasındadır. Allah, ibadet ve amellerdeki bazı kusurları ve günahları birtakım vesilelerle bağışlayıp silip eksiklikleri tamamlar ki işte bu vesilelere “keffaret” denilir. Keffaretler ceza mahiyetindedir ve birer ibadettirler.