SORU: İlimlerden, öğrenmemiz, mendup, haram, mekruh ve mubah olan ilimler hangileridir?
CEVAP:
İlmin mendup, haram, mekruh ve mubah kısımları da vardır…
Mendup olan ilim; fıkhın derinlerine dalmak ve kalp[1] ilmini öğrenmek menduptur. Fıkhın inceliklerine dalmak mendup olduğu gibi, sair şer’î ilimleri ve bu ilimlere alet teşkil eden bilgileri/ilimleri öğrenmek de menduptur…
Haram olan ilim; Felsefe[2], şa’veze[3], tencîm[4], remil[5], tabiiyyat[6], sihir[7] ve kehanet[8] ilimlerini öğrenmek haramdır. Felsefeye mantık da dâhildir.[9] Harf[10] ilmi ile mûsikî[11] ilmi de haram olan kısımdandır…
Mekruh olan ilim; bu çeşit ilim, arap şairlerden sonra ortaya çıkan şairlerin gazel[12] ve batâlet[13] şiirleridir…
Mübah olan ilim; Müslümanlarla alay edilmeyen şiirler gibi şeylerdir. Bir Müslümanın avret yerlerini anmayan, ırz ve namusuna dil uzatmayan, onu hafife almayan şiirler bu kabildendir… (İbn-i Âbidîn, Mukaddime)
[1] Kalp ilminden murad; ahlâk ilmidir. Ahlâk ilmi ise, faziletlerin çeşitlerini ve bunların nasıl kazanılacaklarını, rezaletlerin çeşitlerini ve onlardan nasıl korunulacağını bildiren ilmidir. İhlâs, ucub, hased, riya, kibir, açgözlülük/şuhh, kin, aldatma/hıyanet, öfke, düşmanlık, buğz, tamah, cimrilik, böbürlenme/mağrurlanma, gösteriş/çalım, yağcılık/dalkavukluk, Hakk’a karşı büyüklenme, hile, aldatmaca, katılık/gaddarlık/acımasızlık, tûl-u emel gibi ahlaklara ait ilimleri öğrenmek farz-ı ayındır. Bunlar İhyâ’u-Ulûmi’d-Dîn’de “mühlikat” faslında beyan edilmiştir. İmam Gazâlî; “hiçbir insan bunlardan hâlî değildir. Binaenaleyh bunlardan kendisini muhtaç gördüklerini öğrenmesi lâzımdır. Bunların izalesi farz-ı ayındır. Ama bu ahlakları izale etmek, sınırlarını, sebeplerini, alâmetlerini ve ilâçlarını bilmedikçe mümkün değildir. Zira şerri bilmeyen onun içine düşer” demektedir…
[2] Felsefe: Felsefe Yunanca bir sözdür. Manası, “ziynetli hüküm” yani dışı süslü, içi fasit demektir. “Bu âlem kadimdir” ve emsali küfür ve harama götüren sözler bu kabildendir…
İhyâ’u-Ulûmi’d-Dîn’de beyan edildiğine göre, felsefe başlı başına bir ilim değildir. Dört cüzden mürekkeptir…
Birincisi; hesap ve hendesedir. Bunları öğrenmek mübahtır. Bunlar vasıtasıyla çirkin ilimlere kayacağından korkulmayan kimse, hesap ve hendese okumaktan men edilmez…
İkincisi; mantık’tır. Mantık, delilin veçhini ve şartlarını, (keza) tarifin veçhini ve şartlarını araştırmaktır. Bu iki şey kelâm ilmine dâhildir…
Üçüncüsü; ilahiyat’tır. İlahiyat, Allah Teâlâ’nın zâtını ve sıfatını araştırmaktır. Filozoflar bunda mezheplere ayrılmışlardır ki, bazısı küfür, bazısı bidattir…
Dördüncüsü; tabiattır. Bunların bazısı şeriata muhaliftir. Bazısı ise cisimlerin sıfatlarını, özelliklerini ve biçimlerinin değişim ve dönüşümlerini araştırmaktan ibarettir…
[3] Şa’veze: Şa’veze sihir gibi el çabukluğudur. Şa’vezede bir şey, aslında olmadığından başka bir şekilde görülür…
İbn-i Hacer; “yollarda halkalar kurarak insanın başını kesip tekrar yerine koymak, topraktan (madeni) para yapmak gibi garip şeyler gösteren kimseler sihirbaz olmasalar da sihirbazlardan sayılırlar. Böyle şeyleri yapmak ne onlara caizdir, ne de başkalarına onları seyretmek mübahtır” demiştir. İbn-i Hacer bundan sonra Malikîlerin “el-Müdevvene” isimli kitabından şunu nakletmiştir; “bir adamın elini kesen yahut karnına bıçak sokan kimsenin yaptığı bu iş sihir ise öldürülür. Yaptığı sihir değilse cezalandırılır.”
[4] Tencîm: Tencîm, gök cisimlerinin teşekküllerinden, âdî hâdiselerin vuku bulacağına istidlâl ilmidir. Hidâye müellifi “Merğinânî”’nin “Muhtârâtü’n-Nevâzil” isimli eserinde şöyle denilmiştir: “Bilmiş ol ki, ilm-i nücûm (astronomi/felek ilmi) haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir.
Birincisi; hesap yolu iledir ve haktır. Bu çeşit Kur’an’da zikredilmiştir. Allah Teâlâ; “güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir” buyurmuştur. (Rahmân 55/5) Bundan murad, “güneşle ay’ın seyirleri hesapladır” demektir.
İkincisi; istidlâl yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi vasıtasıyla, hadiselerin, Allah’ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlâl edilir (yani yıldızların hareketi deliline dayanarak Allah’ın kaderiyle olayların meydana geleceği sonucuna ulaşılır). Bu caizdir. Bu çeşit, doktorun nabzına bakarak hastalığa veya sıhhate istidlâli gibidir. Ama hadiselerin Allah’ın kazası ile olduğuna inanmaz yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia ederse kâfir olur. Bunlardan, namaz vakitlerini ve kıbleyi bilecek kadar bir şeyler öğrenmekte beis yoktur.”
Bu izahtan anlaşılıyor ki, fazlasını öğrenmekte beis vardır. Hatta “el-Fusûl” da ilm-i nücûmun haram olduğu açıkça söylenmiştir, ancak zahire bakılırsa haram olan, ilm-i nücûmun (yıldız ilminin) ikinci kısmıdır. Onun içindir ki İmam Gazâlî, İhyâ’u-Ulûmi’d-Dîn’de;“ilm-i nücûm, haddizatında kötü değildir, çünkü o iki kısımdır… lakin şeriatta mezmumdur” demiştir.
Hz. Ömer (r.a); “ilm-i nücûmdan karada ve denizde yolunuzu bulacak kadarını öğrenin, geri kalanından vazgeçin” demiştir. Fazlasından men etmesinin sebebi üçtür:
Birincisi; bu ilim, halkın çoğunluğuna zararlıdır. Çünkü başlarına bu işlerin ve hadiselerin, yıldızların hareketi neticesinde meydana geldiği anlatılınca, yıldızların hakikî müessir olduğu kanaatine varırlar.
İkincisi; yıldızlar hakkındaki hükümler sadece bir tahminden ibarettir. İlm-i nücûm, rivayete göre İdris (a.s)’ın mucizesi imiş, ancak sonra ortadan kalkmış.
Üçüncüsü; bu ilimde bir fayda yoktur. Zira mukadder olan mutlaka meydana gelecektir ve bundan kaçmaya da imkân yoktur.
[5] İlm-i remil: İlm-i remil, belirli kaidelere göre birtakım çizgi ve noktalar koyarak ve bunların birleştirilmesinden de şekiller meydana getirerek (böylece ortaya alfabetik) harfler çıkaran ve bunlarla da ileride olacak şeylere delâlet eden cümleler kuran bir ilimdir. Bunun kat’î haram olduğu malûmdur. Bu ilmin aslı İdris (a.s)’a mahsustur ki, O’nun şeriatı ise mensûhtur yani neshedilmiştir. İbn-i Hacer’in “Fetâvâ”’sında, “bu ilmi öğrenmenin ve öğretmenin şiddetle haram olduğu” beyan edilmektedir. Çünkü bu ilimde, avam tabakasını aldatarak remilcinin gaybı bilmek hususunda Allah’a ortak olduğunu îhâm yani vehme düşürme vardır.
[6] İlm-i Tabiiyyat: Tabiiyyat ilmi, hissedilen bir cismi, çeşitli hallerde değişip değişmemesi yönünden araştıran ilimdir. İbn-i Hacer’in “Fetâvâ”’sında, bu ilmin felsefecilerin yolu/tarîki üzere olanının haram olduğu bildirilmiştir. Çünkü “bu âlemin kadîm olduğuna inandırması” gibi birçok mefsedetlere yol açar. Tabîî ilim, haram olması hususunda ilm-i nücûma benzer. Zira her ikisi de aynı şekilde mefsedetlere yol açarlar.
[7] Sihir: Sihir bir ilimdir ki, ondan nefsanî bir meleke hâsıl olur ve o meleke ile gizli birtakım sebeplere dayanan garip fiiller yapılabilir…
Sihrin varlığı ve tesir ettiği doğru mudur? Sihir yapmak veya öğrenmek caiz midir? Sihrin her çeşidi haram mıdır? Sihir yapan kimseye nasıl muamele edilir? Bu kimse kâfir midir?
“Zağferânî” şerhinde şöyle denilmektedir: “Bize göre sihrin varlığı, tasavvuru ve eseri haktır.” “Zâhiretü’n-Nâzır” isimli eserde açıklandığına göre, ehl-i harp olan kâfir kişinin sihrini bozmak için sihir öğrenilmesi farz, karı ile kocayı birbirinden ayırmak için öğrenilmesi haram, aralarını yatıştırmak için öğrenilmesi ise mübahtır…”
“Fethü’l-Kadîr”’de açıklandığı üzere, mezhebin zahirine göre sihir yapanın ve zındığın tevbesi kabul olunmaz. Binaenaleyh sihir yapanın öldürülmesi vaciptir. Fesat için çalışması sebebiyle kendisinden tevbe etmesi de istenmez. Ama itikadında küfrü icap eden bir şey yoksa sadece bu işi yaptığından dolayı da katli vacip olmaz…
“Tebyînü’l-Mehârim” isimli eserde İmam Ebû Mansur Mâturîdî’den naklen şöyle denilmiştir: “Sihir yapmak “mutlak/genel olarak küfürdür” (yapan da kâfirdir) diye genellemek hatadır. Sihrin hakikatini araştırmak icap eder. Eğer sihirde imanın şartlarından birini inkâr varsa küfürdür yoksa küfür değildir…”
Sihir yapanların kitaplarında birçok fasıllar/bölümler vardır ve her sihir denilen şey küfür değildir. Çünkü sihir sebebiyle bir kimseyi tekfir, sihrin yol açtığı zarardan dolayı değil, yaptığı sihir ile küfre düşmesindedir, meselâ, yıldızların Allah olduğuna itikad eder yahut Kur’an’a ihanette yani küçültücü fiillerde bulunur veya küfrü icap eden bir söz söylerse, (o takdirde küfrüne hükmolunur). İbn-i Hacer’in bu açıklaması İmam Ebû Mansur Mâturîdî’nin sözüne muvafıktır. Sonra sihir yapan kimseye mutlak surette kâfir denilememesinden onun öldürülmemesi lâzım gelmez…
Zira yukarıda görüldüğü üzere sihir yapanın öldürülmesi fesada çalıştığı içindir. Yaptığı sihirle başkalarına zarar verdiği sabit olursa -velev ki küfrü icap etmeyen bir şeyle sihir yapmış olsun- şerrinden kurtulmak için öldürülür. Nitekim insan boğanlar ile yol kesenler de (küfürlerine hükmedilmediği halde insanlara verdikleri zarardan dolayı şerlerinden kurtulmak için) öldürülürler…
[8] Kehanet: Kâinattan geleceğe ait haber vermek ve sırları bildiğini iddia etmektir…
[9] Felsefeye mantık ilmi de dâhildir. Burada mantık ilminden murad, felsefecilerin bâtıl olan mezheplerine delil getirmek için kitaplarına yazdıkları şeylerdir (ilimlerdir). Mukaddimelerini İslâm’ın kaideleri teşkil eden İslâm (feylesoflarının) mantık ilmine gelince, onun haram olduğunu söylemeye imkân yoktur. Hatta İmam Gazâlî ona “Mi’yâru’l-Ulûm” adını vermiştir. İslam uleması mantık hakkında kitaplar telif etmişlerdir ve muhakkiklerden Kemal İbnü’l Hümâm da bunlardan olup, usûl-ü fıkha dair yazdığı “et-Tahrîr”’in mukaddimesinde mantık ilminin bahislerinin çoğunu açıklamıştır…
[10] İlm-i Harf: Harf ilminden, harflerin esrarı ilmi veya tılsım ilmi kastedilmiş olabilir. Bütün harfleri toplamak da kastedilmiş olabilir ki bunlardan da hareketlere delâlet/işaretler çıkarılır…
[11] İlm-i Mûsikî: Musiki ilmi, riyâzî bir ilimdir. Onunla nağmelerin halleri, ritim ve ahenkleri, bestelerin telifi ve aletlerin icadı bilinir. Bu ilmin mevzusu, ruhlara tesiri yönünden sestir. Semeresi, ruhları ferahlandırmak, değiştirmek, takviye etmek yahut hüzünlendirmektir…
[12] Gazel: gazelden murad, kadın ve oğlanları vasfeden şiirlerdir…
[13] Batâlet: Batâlet de gazelin bir nevidir. Sevenle sevilenin yahut sevenle onu suçlayanların birleşme, ayrılma, aşk ve sevda gibi hallerini tasvire şamildir…
Mekruh olan batâlet, devam üzere yapılan ve sanat edinilip Allah’ı zikirden ve şer’î ilimleri tahsilden alıkoyan şiirdir. Muttefekun aleyh olan (yani Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri) şu hadis bu manaya tefsir edilmiştir: “Sizden birinizin içinin irinle dolması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır.” Binaenaleyh nükte yapmak, letafet göstermek, üstün teşbihler ve ince manalar ifade etmek maksadıyla az miktarda şiir söylemekte beis yoktur, velev ki kadının yüz ve boy güzelliğini tasvir etsin, çünkü bu maksatlarla bedî’ uleması, Arap şairlerin şiirleriyle ve sonra ortaya çıkan şairlerin (müvelledînin) şiirleriyle ve diğer şairlerin şiirleriyle istişhadda bulunmuşlardır…
Kemal İbnü’l Hümâm’ın “Fethû’l-Kadîr”’de “işhâdât bahsinde” beyan ettiği üzere, şiirin haram olanı, sözlerinde helâl olmayan vasıflar bulunanıdır. Erkekleri, hayatta olan muayyen bir kadını veya o kadına karşı heyecanı arttıracak şarabı ve şarkıları tasvir yahut bir Müslümanı veya zimmîyi hicvetmek (için söylenen şiirler) bu kabildendir (yani haram olan şiirdendir). Ama hiciv maksadı ile değil de sırf istişhad için yahut fesahat ve belagatini bildirmek niyetiyle şiir söylerse, bunda bir beis yoktur. Bu maksatla kadını tasvir ederek şiir söylese dahi bunda bir sakınca olmayıp, İbn-i Abbas’ın ve Ebû Hüreyre (r.anhuma)’nın ihramlı iken şiir okuması, Kâ’b bin Züheyr (r.a)’ın Huzur-u Nebevî’de meşhur kasidesi “Bânet Suâdu” şiirini söylemesi buna delildir. Hz. Hassan b. Sabit’in bu nevi şiirleri de çoktur. İçinde kadın ve oğlan tasvirlerinin bulunmadığı, rüzgârların, güllerin, çiçeklerin ve suların vasıflarını anlatan (tabiî) şiirleri ise men etmek için bir sebep yoktur. Ancak oyun/eğlence yerlerinde vaaz ve hikmete dair bile olsa şiir söylemek yasaktır. “Ez-Zâhîre” isimli eserde “en-Nevâzil”’den naklen, “edebî şiirde fısk, içki ve oğlandan bahsedilirse onu okumak mekruhtur” deniliyor. Oğlan hususunda mutemed olan söz, kadın hakkında söylediğimizdir. Yani hayatta olan muayyen bir oğlandan bahsetmek mekruhtur. Kadın ve oğlan ölmüş iseler, kendilerinden bahsetmek mekruh değildir…
“Şihâb Hafâcî’nin” “er-Reyhâne” isimli eserinin sonunda şiir ve hutbe hususunda Arap edipleri altı tabakadırlar. Birinci tabaka: İlk cahiliyet devrinde “Âd” ve “Kahtân”’dan yetişenlerdir. İkinci tabaka: “Muhadramûn” adı verilen ve hem cahiliyet hem de İslam devirlerinde yaşamış olanlardır. Üçüncü tabaka: İslâmiyet devri şairleridir. Dördüncü tabaka: Müvelledler’dir. Beşinci tabaka: Yeni şairlerdir. Altıncı tabaka: Son devir ve muasır şairlerdir.
İlk üç tabaka belâgât ve fesâhatta mercidirler. İslâm Fukahâsına göre onların şiirlerini dirâyet ve rivayet yönleriyle öğrenmek farz-ı kifayedir. Çünkü Arap kavâidi bunlarla sabit olur ki, Kitâbullah ile Sünnet ise bu kavâidle öğrenilir. Helâl ile haramı ayırt eden hükümler ise Kitap ile Sünnete mütevakkıftır (bu ikisinden öğrenilir). Şairlerin sözlerinde mana itibarı ile hata olsa bile lâfız ve terkip itibariyle hata caiz değildir…