BEŞİNCİ MENKIBE
(Hz. Pîr’i Nehre Atan Şeyh’in Kabir Hâli)
Üç şeyh, Ebû Hasan Bağdadi, “Habbêz” diye bilinen Şeyh Ebû Hasan Ali b. Süleyman ve “Kasir” lakaplı Celil Şeyh, muttasıl bir senetle rivayet ederek (dediler ki):
– Şeyh Abdulkadir (r.a), beş yüz yirmi yedi yılının Zilhicce ayının yirmi yedisinde, Çarşamba günü beraberinde kalabalık bir Fukahâ (Âlimler) ve derviş gurubu ile birlikte Şuvenziyye (mezarlığını) ziyaret etti. İnsanlar arkasında olduğu halde sıcaklığın şiddeti artıncaya kadar Şeyh Hammâd (r.a)’ın kabri başında uzunca bir zaman durdu, sonra ayrıldı. (Ayrılırken) sevinci yüzünden belli idi. (Şeyh’e) böyle uzunca ayakta durmasının sebebi soruldu. (Hz. Pîr) dedi ki:
– Dört yüz doksan dokuz yılının Şaban ayının yarısında, Cuma günü Şeyh Hammâd’ın ashabından bir toplulukla -Allah onlardan razı olsun- Rasâfe Camii’nde (Cuma) namazını kılmak için Şeyh (Hammâd) da beraberimizde olduğu halde Bağdat’tan çıkmıştık. Nehrin köprüsüne vardığımızda beni itti ve suya attı. Bu (hadise) Aralık ve Ocak aylarının şiddetli soğuğunda idi. Ben hemen Bismillahirrahmânirrahîm deyip Cuma guslüne niyet ettim. Üzerimde yün bir cüppe var idi. Kolumda da yine başka bir cüppe daha vardı, ıslanmasın diye elimi yukarı kaldırdım. Beni böylece bıraktılar ve ayrıldılar. Sudan çıktım ve cüppeyi sıktım. Onların peşinden gittim. Soğuktan ötürü şiddetli eziyet görmüştüm. (Şeyh Hammâd’ın) ashabı (yardım etmek için) bana yöneldiler. Ancak (Şeyh Hammâd) onları menetti ve
“Ben imtihan etmek için ona eziyet ettim, lakin onu sarsılmaz bir dağ olarak gördüm” dedi… (Hz. Pîr şöyle devam etti):
– Ben ise bugün kabrinde (Şeyh Hammâd’ı) üzerinde kıymetli taşlarla (süslü) güzel bir elbise, başında yakuttan bir taç, kolunda altından bilezikler, ayağında altından iki ayakkabı ve sağ kol ve eli ona itaat etmez bir halde gördüm. O’na:
– Bu hâl ne? Dedim.
– Bu, seni suya ittiğim el. Sen bunu bağışlıyor musun? Dedi.
– Evet, dedim.
– O hâlde Allah’tan elimi iade etmesini dilerim, dedi.
– Bunun üzerine ben de Allah’a (dua edip) bunu istemeye başladım. (Öyle ki) Allah dostlarının çokluğundan yeryüzünde izdiham olmuştu. Benim şu makamımda, kabirlerinde de Allah (c.c)’a (dua) ediyorlardı. Ta ki Allah onun elini tekrar iade etti ve o eliyle benimle musafaha etti. Böylece onun sevinci de tamam olmuş oldu. Dediler ki:
– Bu söz Bağdat’ta (yayılıp) meşhur olunca, Bağdat ehlinden Şeyhler, Şeyh Hammâd’ın sofileri ve dervişlerden kalabalık bir topluluk, Şeyh Abdulkadir’in Şeyh Hammâd hakkında dediklerinin doğru olup olmadığını tahkik için toplandılar. Medreseye geldiler ancak Şeyh (Abdulkadir)’e hürmeten onlardan hiç kimse konuşmadı. Böyle olunca (Şeyh Abdulkadir daha) onlar (söylemeden) isteklerini yerine getirmek için davrandı ve onlara:
– Şeyhlerden iki kişi seçin, onların lisanı üzere zikrettiğiniz (mevzu) açığa kavuşsun, dedi.
(İnsanlar) bunun üzerine o günlerde Bağdat’a henüz gelmiş olan Şeyh Yakup b. Yusuf Hemedâni ile Bağdat’ta ikamet eden Şeyh Muhammed Abdurrahman b. Şuayb b. Mesud Kürdî -Allah o ikisinden razı olsun- üzerinde ittifak ettiler. Bu iki Şeyh, hâzık keşif ve yüksek hallerin ehli idiler. Topluluk ona (Şeyh Abdulkadir’e):
– Bu ikisinin lisanı üzere mevzunun açıklanması hususunda sana bir hafta mühlet verdik, dediler. (Şeyh Abdulkadir cevaben):
– Hayır, bilakis bu iş size ayan oluncaya kadar bulunduğunuz yerden kalkmayacaksınız, dedi ve sustu. Onlar da başlarını eğip sustular.
Birden dervişler medresenin dışında bağırdılar. Birde baktık ki Şeyh Yusuf ayağı yalın, hasmına karşı kuvvetlenmiş (insanlara karşı eli kuvvetli) bir halde geldi, medreseye girdi ve dedi ki:
– Allah Teâlâ bana bu saatte Şeyh Hammâd’ı gösterdi. (Şeyh Hammâd) bana dedi ki:
– Ey Şeyh Yusuf, hemen Abdulkadir’in medresesine git ve orada (meselenin aslını öğrenmek için gelmiş olan) Şeyhlere haber ver ki; Şeyh Abdulkadir’in benim hakkımda verdiği haberler doğrudur, sadıktır…
Şeyh Yusuf daha henüz sözünü tamamlamadan Şeyh Abdurrahman geldi ve Şeyh Yusuf’un söylediklerinin aynısını söyledi. Bunun üzerine bütün Şeyhler Şeyh Abdulkadir için istiğfar ederek oradan ayrıldılar…
(Hulâsatu’l-Mefâhir fî Menâkıbı’ş-Şeyh Abdulkâdir)