ON BİRİNCİ MENKIBE
(Hz. Pîr’in Takunyalarını Uzaklarda Olan Eşkıyaya Fırlatması ve Onu Öldürmesi)
İki Şeyh Ebu Ömer ve Osman Sayrafînî ve Ebu Muhammed Abdulhak Harîmî’den rivayetle, dediler ki:
-Beş yüz elli beş senesinin Safer ayının üçünde pazar günü, Muhyiddin Şeyh Abdulkadir (r.a)’ın medresesinde, (Şeyhin) önünde oturuyorduk. (Şeyh) kalktı ve takunyalarını (giyip) abdest aldı. İki rekât namaz kıldı. Namazı bitirince şiddetli şekilde haykırdı, (abdestini aldığı) bu takunyalarının tekini aldı ve havaya fırlattı, (takunya) gözlerimizden kayboldu. Sonra bir daha haykırdı ve (takunyanın) diğer tekini attı, (o da) gözlerimizden kayboldu. Sonra oturdu, hiç kimse ona soru sormaya cesaret edemedi. Yirmi üç gün sonra acem memleketlerinden bir kafile geldi ve;
– Yanımızda Şeyh için (ona vermeyi adadığımız) bir adak var, biz ona yemin verdik, dediler. (Şeyh):
– (Adağı) onlardan alın, dedi. Onlar da bize ipekten mendiller, halis ipek kumaştan elbise, altın ve Şeyhin o gün attığı takunyalarını verdiler. Bunun üzerine biz:
– Bu takunyaları siz nereden (buldunuz)? Dedik. (Onlar):
– Biz Safer aynın üçünde, pazar günü (bir kervanla yolculuk ediyorduk.) Ansızın karşımıza Arap (yol kesiciler) çıktı, iki önderleri vardı. Mallarımızı yağmaladılar, bazımızı öldürdüler ve bir vadiye inip mallarımızı paylaşmaya (başladılar). Biz de vadinin bir kenarına inip:
– Şimdi şu an Şeyh Abdulkadir’i anıp da, (canımız ve mallarımız) sağ salim kurtulursak ona mallarımızdan bir şey(ler vermeyi) adasak, dedik. Şeyh Abdulkadir’i anar anmaz, birden vadiyi dolduran iki şiddetli haykırış işittik. Onları (yol kesicileri) korkudan dehşete düşmüş gördük. Onlara başka (yol kesici) Araplar geldi (baskın yaptı) zannettik. Bundan sonra bize onlardan bazısı geldi ve;
– Gelin mallarınızı alın ve görün başımıza ne (musibet) geldi, dediler. Böylece bizi önderlerinin yanına getirdiler, ikisini de ölmüş ve her birinin yanında da ıslak olarak bu takunyalardan birini bulduk. Bize mallarımızı geri verdiler ve;
– Muhakkak bu işin büyük bir haberi (sırrı) vardır, dediler…
(Hulâsatu’l-Mefâhir fî Menâkıbı’ş-Şeyh Abdulkâdir)